Perşembe, Eylül 27, 2012

özledin mi beni ?

mevsimlerden eylüldeyim,koca bir yazı ardımda bırakıp,daha kış soğukları çalmamışken kapımızı,bir durup soluklandığım eylül'ün bağrındayım..
uzun zamandır yazmamak adına bahanelerle geçiyor günlerim,hızlı ve bir o kadar aynıya yakın..
kalabalıklarda daha çabuk tükeniyormuş ömrün,vatan caddesinde akan arabaların da ötesinde,akan insan selinin ortasında anladım kalbimin daha hızlı attığını..
sana yazıyorum uzun aradan sonra,ve bir parçada kendime belki..

Cuma, Nisan 06, 2012

별을 따다 줘(Pick the Stars /yıldızları topla)


komedi/romantik güzel bir dizi,arşivime eklemeliyim bazen gülümsemeye ihtiyacım olduğunda tekrar izleyebilirim..(o_O)

diyet hayatımda.

o kadar uzun bir zaman dilimi ki benim hayatımda bu diyet olayı,sanırım başaramayacağım la,ha gayret oldu olacak arası bir yerlerde diyebilirim.
yani gazetelerde ,internetde,orada şurada burada diyet adına yazılan kalıplaşmış cümlelere karnım tok,benim bildiklerim yazılanlarında ötesinde abartmadığımı da söyleyebilirim.
yani sözün kısası iki ciltlik bir diyet kitabı bile yazabilecek donanıma sahibim
1.cilt-yediklerimiz,yemememiz gerekenler,farkında olmadan yersek köprüden önceki son çıkışlar,kaloriler...
2. cilt-ise tamamen diyetin psikolojik yönüne dair.mesela neden yemeliyiz,ne zamanlar farkında olmadan eve doldurduğumuz abur cubur köşesiyle yakınlaşıyoruz,kim için ve de neye dair zayıflama hayalleri kuruyoruz,neden bu kiloya gelene dek hiç bir şey engel olamadı bize,ve bundan sonra bizi kilolara karşı sabırla zayıflamamızı sağlayacak nedenimiz ne,ve acil durumda (tatlı krizleri,umutsuzluk nöbetleri gibi)aranacak kimsemiz var mı?....
yukarıda yazdıklarımın sadece ön sözün ilk paragrafı olabilecek şeylerden çok şey çıkarabiliriz kendimize diye düşünüyorum başta kendime tabi ki..
samimiyetle söylemek isterim ki;ben ki bunca bilgiye ve de psikolojik kabullenmişliğime rağmen(fazla kilolu olduğumu kabullenip ne yapabilirim aşamasına geçebilme) ben neden ideal ölçülerde değilimin cevabı yine benim yaşadığım hayatın içinde gizli.
yani bahaneleri oldukça fazla biriyim diyebilirim,duygusal bir kişilik sahibi olmak hayatta gerçekçi düşünüp karar verenlere nazaran 1-0 yenik başlanılan maçlar gibi çoğu zaman,ama zafer kazanmak imkansız değil bununda altını çizmek isterim.
---
dışarıda güneşli bir gün yaşanıyor.ve imkansız değil hayallerimizdeki sırt dekolteli kırmızı elbiseyi giyip önden fırlamamış düz bir göbek,ve kat kat katlanmamış yağların yokluğuyla düz ve kıvrımlı bir sırta sahip olmak..
ben şimdilerde tüm hayal kırıklıklarıma ve de boynumu büken onca şeye rağmen bunu tembihliyorum kendime..
yeni ve taptaze günlerde yine dertleşmek dileğiyle..

Salı, Nisan 03, 2012

birşeyler demeliyim.

yarın diye diye ertelediğim ve hiç söyleyemeyişlerimde saklı  hissedilenler...
ertelemek..
ertelenmek...
yok bişey deyip deyip,var birşey diyememek..
kolon ve kirişleri çatlamış,ha yıkılıdı yıkılacak bir evin duvarlarını sıvayıp,çatlakları kapamak ve üstüne somon rengi boya badana çekip fahiş bir fiyata satışa çıkarıp alıcısını beklemek gibi...
ne kadar da yakışır somon rengi duvara pembe koltuklar,katıksız pembe hayaller gibi..
üzgünüm sevgili parmaklarım,
bu kadar karamsar cümleler yazmaya zorladığım için sizleri,
bu günlük böyle
ve dünlük,belki biraz da yarınlık..
iyi şeyler olmuyor da değil hayatım da..
iyi den öte süper şeyler bile var yazılmaya dair,
ama bu karamsarlık elimi ayağımı bağladı sanki son birkaç aydır,
toz pembelerimin kaybolan pembesinin derdine düştüm sanki,
oysa ben sevdiğinden duyduğu bir çift söze tav olan,yüreği kıpır atan biriydim bir zamanlar..
okuduğum masallardan güzel hayallerim vardı içinde atı olmasada prensin ziyaret ettiği,
her neyse..
yarın..
dostum dedimya yarın yazarım belki..
çünkü öyle bi çırpıda çıkmıyor yüreğe saplanmış onca hayalkırıklığı dikenleri,
tek tek,yavaşça ve de sabırla çıkarmak gerek...

Pazartesi, Nisan 02, 2012

Doğan Cüceloğlu eğitimdeki katılımcılarla..

Ben: Arkadaşlar, aranızda ölümcül hastalığı olan var mı?
Katılımcılardan Biri: Allah'a şükür, hocam, bildiğimiz kadarı ile yok.

B: Ne güzel! Peki, bana, istisnasız tüm insanların, yani altı milyar
insanın da başına geleceği garanti bir şey söyler misiniz? Cevap
neredeyse otomatik olarak çıkar:

K: Ölüm.

B: Gerçekten de ölüm tüm insanların başına geleceği kaçınılmaz olan tek
şeydir. Doğum da tüm insanların başına kesinlikle gelmiştir, ama bundan
sonra gelmesi kesin olan tek şey ölümdür. Diğer hiç biri insanların
tümünün başına gelmeyecektir. Peki, madem öleceğimiz garanti, bu benim
ölümcül bir hastalığım olduğunu göstermez mi? Katılımcılar burada
sessizce, başlarıyla onaylamaya başlar. Öleceğim belli ise benim
ölümcül bir hastalığım olduğu da açıktır. Şu şekilde devam
ederim:

Peki, ne zaman öleceğimizi biliyor muyuz?

K:Hayır

B:Şu saniye içinde olma olasılığı var mı?

K:Var.

B:Yarın?

K:Evet.

B: 30 yıl sonra?

K: Olabilir.

B: Peki bunlardan hangisinin sizin başınıza geleceğini biliyor
musunuz? Mesela bu akşam eve sağ salim varacağınızı nereden
biliyorsunuz? Sınıf sessizce dinlemeye devam eder. Çünkü genellikle
yaşama böyle hiç bakmamışlardır. Sözümü sürdürürüm:

B: Peki bir de tersini düşünelim, bu akşam eve döndüğünüzde, bu sabah
evden çıkarken sağ salim bıraktıklarınızı sağ bulma garantiniz nedir?
Varmıdır böyle bir garanti?

K: Yoktur hocam.

B: Peki nereden biliyoruz, az sonra telefonumuzun çalmayacağını ve
evdekilerden birinin az önce öldüğünün bize söylenmeyeceğini?
Katılımcılar burada rahatsız olmaya başlarlar.

K: Hocam konuyu değiştirsek?

B: Ama en yalın ve açık gerçek üzerine konuşuyoruz, biraz daha devam
edelim bence. Peki, acaba bunu dün gece bilseydiniz, yani evde akşam
birlikte olduğunuz kişilerden birinin yarın ölüm günü olduğunu
bilseydiniz, o zamanı aynı dün gece olduğu biçimde mi geçirirdiniz?
Yoksa farklı şeyler mi yapardınız?

K: Kesinlikle çok farklı geçerdi Hocam.

B: Şimdi sizden rica ediyorum, lütfen bir an arkanıza yaslanın,
gözlerinizi kapatın ve bu sabah evden çıkarken evde bıraktıklarınızdan
birinin gerçekten öleceğini düşünün, dün akşamınızı nasıl geçirirdiniz?

Aynı iletişim mi olurdu? Onunla aynı konuları mı konuşurdunuz? Aynı
konular, tartışma ya da gerginlik konusu yaratır mıydı? Yoksa önemsiz
hale mi gelirdi? Bu sabah evden çıkarken, bu son görüşünüzde ona ne
derdiniz? Onun boynuna sarılmakta tereddüt eder miydiniz? Çok sıkı
sarılmaya mı, aynaya mı vakit ayırırdınız? Ona "yüreğinizin taa
derininden gelen bir "seni gerçekten çok seviyorum" demeye ne gerek var
diye düşünür müydünüz? Onun ölecek olması sizin ona duyduğunuz sevgiyi
yoğunlaştırmaz mıydı? Burada bazı katılımcıların ağladığı olur. Belli
ki dün akşam yaptıklarından bir kısmının ne kadar anlamsız olduğunu
şimdi fark etmişlerdir.

B: Şimdi gözlerinizi açabilirsiniz, acaba kaç tartışmamızı bu kadar
gereksiz biçimlerde yapıyoruz, kaçı gerçekten yaşamda
karşımızdakinin varlığından daha önemli, hangilerinde "şimdi kalbini kırdım,
ama zaman
içinde ben ondan özür dilemesini bilirim?" diye kendi kabuğumuza
çekilip tartışmaları donduruyoruz. Kırgınlıkları tamir
etme olanağımız gerçekten var mı? Buna zamanımız gerçekten kaldı mı?

Cuma, Mart 23, 2012

Çarşamba, Mart 21, 2012

can kulağı ile dinlenilesi.

Artık
Yeterli zamanım yok demeyeceğim,
Pasteur, Leonardo Da Vinci ve Einstein'ın da
24 saati vardı.
---
kepekli ekmegi bende hic sevmezdim..birde yesil cayi...simdi yemek listemde en cok sevdiklerim arasinda yer aliyorlar..bunlar hep aliskanlik canim..sigaraninda hic tadi yok ama alisinca insan o dumandan vazgecemiyor..
---
sadece doğru şeylere alışana dek biraz sabır,ve de gayret..

Çarşamba, Mart 14, 2012

Söz Orucu

'Evinsiz darı gibi...' derdi babaannem. Lüzumsuz ve boş konuşana; çok konuşup da hiçbir şey söylemeyene. Görünüşte darıdır, ama boştur içi... Ondan öğrendiğim onlarca deyimden biriydi bu. Böyle bir evde büyüdüm ben. Çiğlik yapana 'yontulmadık' denilen, yine babaannemin deyişiyle 'zevzeklik' etmenin hoş görülmediği bir evde.
Susmak, olup biteni ve hayatı 'dinlemek'ti bize öğretilen. Ve orada insanlar gözleriyle konuşurdu... O kadar azdı ki kelimeleri, belki de ihtiyaçları yoktu. Ama ne de güzel anlaşırlardı!.. Yaşamayan bilmez susarak konuşmanın lezzetini.

Sonra anladım ki kelimeleri olur olmaz sarf etmemek, eskitmemek gerek. Söyleyince bir ateş gibi çıkmalı ağzından. Varıp bir gönlü imar etmeli. Bir savaşı bitirmeli Yunus'un dediği gibi. Susmanın erdem olduğu zamanlar vardı. Allah dostları 'kıllet-i kelam' derlerdi buna... Az yer, az uyur ve az konuşurlardı. Kâmil insanın vasıflarından biriydi az konuşmak. Sözlerin boşlukta yitip gitmediğini düşünürdü onlar. Her harfin kaydı tutuluyordu ve hesabı verilecekti. Söz, altın ve gümüş soyundan sayılırdı. Değerliydi, boşa sarf edilmezdi ve söylenecekse mücevher rengiyle renklenmeliydi. Söylediklerinde de şiir oluyordu sözleri. Şiir, susmaktan doğup geliyordu.

Geçende bir dostla konuşuyorduk. 'Söz orucuna girdim' dedi. Şaşırdım. Nasıl bir şeydi bu? Bir meziyet gibi anlaşılsın istemediğinden, sıkılarak anlattı. "Çekiliyorum eve, dedi. Bir gün hiçbir kelam etmiyorum. Dua ediyorum, okuyorum. Kendimi ve kainatı dinliyorum..." Muhteşem bir huzur duyduğunu, bildiğimiz oruç nasıl insanın bedenini rahatlatıyor, sağlıklı kılıyorsa, söz orucunun da ruhu dirilttiğini anlatıyor. Üzerimize yapışmış bunca söz, bunca dedikodu, bunca gıybet kirinden başka nasıl arınabiliriz ki!

Biliyorum, bizim dinimizde böyle bir ibadet yok; ama o gün bugündür, 'söz orucu' ile düşüp kalkıyorum. Herkesin, ama herkesin ölesiye konuşmak, konuşmak, konuşmak istediği; ama konuşmaların içinin bütün bütün 'evinsizleştiği' bir zamanda, Hz. Meryem'e öykünüp söz orucuna girmek ne soylu bir eylem! Hazreti Meryem, mazhar olduğu mucize kendini belli etmeye başladığında, insanlara ne diyeceğini, durumu onlara nasıl izah edeceğini bilememenin kederini yaşıyordu. Çare olarak yerini terk etti. Şehir dışında sakin bir dağ eteğine yerleşti. Doğum sancıları arttığında Ruh ona, "Sakın üzülme!" dedi, "Rabbin senin alt yanında bir su arkı meydana getirdi. Haydi hurma dalını kendine doğru silkele, üzerine taze hurmalar dökülsün. Artık ye, iç, gözün aydın olsun! Eğer herhangi bir insana rastlarsan, 'Ben Rahman'a konuşmama orucu adamıştım; de, o yüzden bugün hiç kimseyle konuşmayacağım.' Daha sonra Meryem çocuğu kucağına alıp akrabalarına getirdi. Etrafındakiler şaşkın bir şekilde ona ve kucağındaki çocuğa baktılar. Bunun nasıl olduğunu, ailesinde iffetsiz bir kimse olmamasına rağmen Meryem'in nasıl böyle bir şey yapabildiğini sordular. Hz. Meryem "Bana değil, çocuğa sorun" dercesine çocuğu gösterdi. "Nasıl olur da beşikteki bebekle konuşuruz?" dediler. Derken bebek, "Ben Allah'ın kuluyum, O bana kitap verdi ve beni peygamber olarak görevlendirdi." dedi. (Meryem Suresi 22-33 arası ayetler)

Sözün büyüsüne inananlar, bu azgın çağda 'Yedi Uyurlar' gibi mağaralara çekilecek, Hz. Meryem gibi söz oruçlarına girecek ve Hz. Peygamber'in huzurunda bir bedevinin hakaretleri karşısında sükut eden Hz. Ebubekir gibi susacak... Susacak ki onun yerine melekler konuşacak. Yahut Beckett gibi susmayı bir sanata dönüştürecek. O Beckett ki, 1969 yılında Nobel Edebiyat Ödülü'nün kendisine verildiğini duyduğunda, hiçbir tepki göstermemiş, tek kelime söylememişti. Çünkü Charles Juliet'nin dediği gibi, "Görünmezi görenlere özgü bir bakışı var"dı onun, "Teselli edilemeyen Beckett"tı o.

Ah, şimdi yalnız kahvelerde, kadınların beş çaylarında değil, 'edebiyat sohbetleri'nde, sanat mahfillerinde ve dinî sohbetler için toplanılan mekânlarda bile diz boyu 'evinsiz söz', gıybet, dedikodu! Söz'ün onuru ve hatırı için susmak gerek. Söz orucuna girmek... Evet, Hz. Meryem'inki gibi bir yürek ister, Hz. Ebubekir'inki gibi bir sabır. Ya da Beckett gibi kendi başına bir dünya olmak...

Ali Çolak / ZAMAN

Çarşamba, Mart 07, 2012

Nasıl öleceğizz!

HER SABAH binbir ümit ve neşe ile bizi hayata çağıran o kadar iş ve o kadar ses var ki, gözlerimizi açar açmaz bir koşuşturmadır başlıyor... Ve kendimizi birdenbire yaşamın tam ortasında buluyoruz.
Şu eksik, bu lâzım, haydi onu da yapayım derken, ertelediğimiz nice güzellikler hep bir başka güne taşınıyor. Birbiri ardınca nice mevsimler geçiyor. Halbuki, yaşadığımız bir başkasının hayatı değil, kendi hayatımız. Harcadığımız, kendi ömür sermayemiz. Görülecek o kadar güzellik, anlatılacak o kadar harika şey hep mahzun, hep bir kenarda bizi bekliyor. Susturulmuş veya küstürülmüş çocuk gibi, boynu bükük ve mahzun, hep bekliyor onlar. Döner de bir gün bakarız, farkederiz diye...

Baharın dört bir yandan sarmaladığı ve cihetsiz kuş seslerinin ruhumuza ilâhî bir hazzı, ulvî bir zevki tattırdığı erteleyemediğimiz bir zaman diliminde çok sevdiğim bir kardeşimle sohbet ediyorduk. Uzun süren dalgınlığımın ardından, ne düşündüğümü sordu.

Ben de:

— Öteden beri bunca insan nasıl öldü, son nefesini nasıl verdi ve acaba neler hissetti diye düşünürdüm. Şimdi ise nasıl ve ne halde öleceğimi merak ediyorum, dedim.

Bu gibi durumlarda tekellüfsüz fakat hikmetli bir cevabı olurdu her zaman.

— Cevabı belli abi, dedi.

— Nasıl yani, dedim.

— Hz. Peygamber “Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz” buyurmuş. Ölümünü merak ediyorsan, yaşadığın hayata bakmalısın.

Birden beynimde şimşekler çaktı:

— Ama, dedim, sadece ölümü değil, ölümden ötesini de merak ediyorum.

— Onun da cevabı aynı hadisin devamında. Yani, “Nasıl ölürseniz, öyle de dirilirsiniz.”

Merakımı giderecek başka cümleler aramaya gerek kalmamıştı. O güzel insan, sevgili Peygamber, insanları en doğru seçime iki cümle ile davet ediyordu. Nefsimizin bizi bu kadar içinde olduğumuz bir gerçekten alıp dâ nerelere taşıdığını anlamak için bu hatıra yeter.

Gide gide ölüme varacağımızı zannediyoruz. Gide gide ölüme varılmıyor. Ölümle beraber gidiliyor. Ölüm hayatın gölgesi; onu bundan, bunu ondan ayırmak zor. Ama bir tecelli oluyor ve hayatın önünü kesiyor ölüm. Ecel gelince, başağrısı bahane... Gide gide ölüme varılsaydı, gidemeden ölenler olmazdı. Doğduğu günde ölenler var. Ha bir adım, ha yüz adım farketmiyor. Uzunluk veya kısalık bize göre bir kavram. Çok kısa sürede Rabbini razı eden işler yapıp da vefat eden ile yüz sene yaşamış olup da Yaratıcısından haberdar olmamış biri aynı kefede değerlendirilmez. Ölüm hayatın içinde olmasaydı, hayat bu kadar güzel ve çekici olur muydu? Hayatı güzelleştiren, belki de bu geçici ve fani yönü. Hayat bitmese, ölüm başımıza gelmese, ahirete nasıl geçilecekti, düşünülmeye değer doğrusu. Burada kalan dostların sayısının azaldığı, ahirete gidenlerin ise her gün çoğaldığı bu diyarda gurbetimiz oraya, anavatana geçmekle ve dostlarımıza kavuşmakla sona erecek. Hasret Sevgililer Sevgilisine kavuşmakla bitecek.


“Ölüm büyük şey, budur perde ardından haber,

Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber?”

Ölüm saatinden daha güzel bayram mı arıyorsun ey nefsim?
Dostum beni çağırdığı zaman nasıl koşarak gitmem ki?
Yalnızlık çevremi kuşatmaya başlamışsa...


Selim Gündüzalp

Pazartesi, Şubat 27, 2012

Yemekten Vazgeçemiyorum. Nasıl Zayıflarım?

başlıktaki sorunun cevabı var mı bilmiyorum,ama kesinlikle benim metebolizmama şaka bile olsa sorulmayacak bir soru.
neden mi?
çünkü; kendileri çok da karmaşık olmayan bi yapıya sahip aslında,yani yersem kilo alıyor,yemezsem kilo vermiyor,ama dengeli beslenirsem beni şımartacak kadar güzel karşılık veriyor gayretlerime,yani güzel zayıflıyorum.
beni bilen bilir stresliyken abur cuburla hemhal bi hayat yaşıyorum,işte geçen yılda böyle geçti benim için bi güzel diyetisyene gidip verdiğim kiloları yine bir güzel geri aldım,kıyafetler olmuyo,aynada yağlar bana sırıtıyo,canım sıkılıyo gidip büyük boy patates cips yiyorum,biri nekadar kilo almışın dese kendimi baton yaş pasta almış kasada öderken buluyorum,işte böyle bi kısır döngü içerisinde geçti geçen yıl,ama hiçbirşey için geç değil dostum dedim ve bismillah başladık yine,hedef 64.
diyete başlarken kendime sorduğum birkaç soru var burayada yazmak isterim.
iştahımı kesmek için ne yapabilirim?-mutlu olmalı,sabretmeli ve hiçbirşey için stres yapmamalıyım.
kilo vermek için ne yapmalıyım?-abur cubur çılgınlığını kesmeliyim.
ve diyete dair son söz; Sağlıklı olmak, hayat kavgasında başarının birinci şartıdır.Hayat, biz gelecek için planlar yaparken başımızdan geçenlerdir,Boş zaman yoktur boşa geçen zaman vardır.Hayatta en büyük eğlence başkalarının "yapamazsın" dediğini yapmaktır.

Pazar, Şubat 26, 2012

MR(emar) ve yüzleşilenler

yaklaşık iki yıldır kaşlarımın üzerine doğru devam eden bi baş ağrım vardı,daha önce bahsedip bahsetmediğimi hatırlamıyorum,dokununca acıyan bi ağrıydı bu.ve bildiğiniz gibi doktora gitmeyi hep erteleyen ben,sinüzittir bu deyip teşhisi bile kendim koymuştum nerdeyse,sıcağı seven,soğukta dahada şiddetlenen bi ağrıydı bu nede olsa..
geçen hafta içi kadın hastalıkları doktoruna gitmişken(bunuda başka bi yazıda bahsetmek niyetiyle)dedim, bide nörolojiye gideyim hastaneye kadar gelmişken..
aslında kadın doktorlarla yıldızı pek tutmayan biri olarak,oldukça iyi elektrik aldım doktordan,hala şaşkınım:) beni bi güzel muayene ettikten sonra mr a yazdı,ve özel bir görüntüleme merkezine sevketti. cumartesi saat 16:00 gibi çektiler mr.
aslında bahsetmek istediğim; nefes darlığı ve panikatak arası birşeylerin bende olduğunu daha önceden bildiğim için oldukça stresliydim,o çukurda sırtüstü 8 dk kalacağımı öğrenince dahada bi sıklaştı nefes alışlarım, ama mecbur olduğuma kendimi ikna ederek yattım masaya,
kadama ve elamcık kemiklerime kasket gibi birşey bastırınca anladım ki ben kalkıyom vazgeçtim gibi bi şıkkım yoktu artık,ve gözlerimi kapadım çaresizce,nefes alıp veriyorum,ve kendimi sakinleştirmeye çalışıyorum,yaşadığım otuz yıl geçti sekiz dakkada gözümün önünden,ve orada kabirde gibi hissettim kendimi,kalmak istemesen bile mecbur kaldığın bir yer..
Bolca selat-ı tefriciye okudum,bu beni oldukça rahatlattı itiraf etmeliyim ki.ve zaman çabucak geçti, sonuçları salı günü alıcam,inş. ciddi bi rahatsızlığım yoktur ve tim hastalara Allah'tan şifalar diliyorum..

Cuma, Şubat 24, 2012

hep böyle değil midir?


"Sükut Eyledim,'Kahrı Var' Dediler.
Biraz Söyledim,'Zehri Var' Dediler.
Sustum,'Kahrından Susuyor' Dediler.
Biraz Konuştum, 'Zehrini Kusuyor' Dediler."
MEVLANA

Cuma, Şubat 17, 2012

istemek ve sadece isteyebilmek

şimdi ay usul yıldızlar eski hatıralar gökyüzü gibi...
gitmiyor üzerimizden giden gitti geçen geçti... 
Hani erken inerdi karanlık
 Hani yagmur yagardı inceden
 Hani okuldan isten dönerken ışıklar yanardı evlerde
Hani ay herkeze gülümserken
Mevsimler kımseyi dinlemezken
Hani çocuklar gibi zaman nedır bilmezken..
 Hani sarkılar bizi bu kadar incitmezken...
Eskidendi çok eskiden.....
...
yukardaki sözleri bir arkadaşın resminin yanında okudum az önce,ve üstüme yapışıp kalan onca şeyin ifadesi gibi hissettirdi bir an kendimi bana.
Delicesine isteyipte yazamadığım onca birikmişliklerimin dahi canımı acıtışına aldırmayan ben,içimide en az dışım kadar üşüten soğuk bir akşamın en vakitsiz vakitlerine sığdırma telaşı içinde buldum şu an kendimi.
Dün nasıldım ?
o kadar yapayalnız,
kimsesiz, kırılmış, güvensiz,
umutsuz, karamsar, gözyaşları gözünün ucunda, çaresiz,
ve bunların üstüne birde hüzün..
dün yazma şansım olsaydı bu yazıyı,sağnak yağmurda evleri başına yıkılan karıncaların çaresizliğinin tasviri falan sanılabilirdi belki de..
---
pekde birşey değişti diyemem dünden bugüne,ama hala hayattayım,sıcacık bir odada,karnım tok,ve düşündüklerimi yazma özğürlüğü içinde bişeyler yazabiliyorum,yani bunları düşününce daha ümitsiz olanlara fazlasıyla haksızlık ettiğimi düşündüm bi parça,ve kendimi sıkboğaz ettiğim kendimden biraz olsun uzaklaştırabildim diyeyim,bir nefes alımı kadar da olsa uzaklaşmak canımı acıtan herşeylerden,büyük bir olay benim için doğrusu...

Perşembe, Şubat 02, 2012

hayal içinde gizli gerçek.

Kasaba esnafından biri olmalıydı kocam.
Akşam, güneş batmadan dükkanını kapatıp eve gelmeliydi.
Evimiz mümkünse bahçeli olmalıydı.
Yaz akşamları sulayıp serin serin oturmalıydık.
Ben, orta boylu tıknazca, ev hanımı olmalıydım. cinsiyeti önemli değil, eli ayağı düzgün iki çocuğumuz olmalıydı. derslerine yardım etmeye yetecek eğitimim olmamalıydı. ama ara sıra ''Dersinizi bitirdiniz mi?'' diye sormalıydım. daha çok üstleri başlarıyla...yedikleri içtikleriyle...öksürükleri, aksırıklarıyla ilgilenmeliydim.yavaştan yavaştan çeyizlerini düzmeliydim. her ayın 15'i kabul günüm olmalıydı.Ellerime sağlık, kekler,poğaçalar yapmalıydım.İnce belli bardaklarda çaylar ikram etmeliydim.Sabahları hırkamı omzuma alıp komşuya kahve içmeye geçmeliydim.Patlıcan, biber kızartmalı,reçel kaynatmalıydım.Akşamları özene bezene sofrayı kurmalıydım.Kocam ajansı dinlerken ben lafa girmeliydim,O, ''Sus hanım bi dakka'' demeliydi.Böyle dese de beni çok sevmeliydi.O uyuklamalı, ben bulaşık yıkamalı, çocuklar ders çalışmalıydı.Bazen akşam oturmasına komşular gelmeliydi.herkes birbirinin kocasına, karısına ''Falanca Bey'', ''Filanca Hanım''diye hitap etmeliydi. Ama, acaba diyorum...Buna benzer bir hayat tarzı beni daha mutlu edermiydi?
Kendim de dahil uçuk kaçık insanlardan gına geldi artık.
Normalliği özlüyorum.
Özgürlüğün tadını çıkaralım derken suyunu çıkardık galiba.
Herkes çok zeki, çok akıllı, çok bilgili, çok şu, çok bu...
Ve de çok mutsuz...
Depresyona giren girene.
Çok bilmişliğin kimseye bir faydası yok galiba..(pakize suda)